Uzun bir zamandır 1 Mayıs “işçi sınıfının mücadele ve dayanışma günü” olmaktan çok “geçiştirme usulüyle kutlanan bir gün” gibi değerlendirilmektedir. Özellikle iş birlikçi sendikaların egemen sınıfların çıkarlarını gerçekleştirmenin de ötesine geçerek iktidarın politikalarına yamanma, ondan geçer not alma içeriğindeki yaklaşımlarıyla 1 Mayıs “kutlanamaz” hale getirilmektedir. Geniş emekçi kitleler bugün 1 Mayıs’ı kendilerinin bir günü olarak görmekten uzaklar. Aksine, bu geniş kesimlerin gözünde 1 Mayıs birer maşa gibi kullanılan sendikaların meşrulaşmasına hizmet eden bir güne dönüşmüş durumdadır. “İzinli kutlamalarla” bu imaj daha da güçlendirilmiştir. Bu duruma tepki gösteren, bu imajı yıkmak sorumluluğuyla hareket eden devrimci-demokratik hareketin mücadele ve dayanışma ruhuna sahip çıkarak 1 Mayıs’ı “izne ihtiyaç duymadan” kutlama tutumu ise ağır bir saldırıyla olanaksız kılınmaya çalışılmaktadır.
Bugün de işçi sınıfının mücadele ve dayanışma günü sınıfın tarihsel kazanımlarına yönelik saldırılarla eş güdümlü olarak “izinli” ve “izinsiz” denkleminde boğulmak istenmektedir. Biz “izin” saçmalığının açık bir baskı aracı olduğunu görerek işçilerin bu tuzağa düşmemesi gerektiğini söyleyebiliriz. Mücadele ve dayanışma günü olarak 1 Mayıs hakkında egemenlerin ya da egemenlere hizmet eden her türden iradenin reddedilmesi gerektiğini söylüyoruz. İşçi sınıfına ait bir günün nerede ve nasıl kutlanacağına gene işçilerin kendilerinin karar vermesi kadar tartışılmaz, doğal bir şey olmaz. Bunun tartışma konusu yapılmasının işçilere zulmetmekten başka bir anlamı olamaz. Bu zulmün nedeni de işçilerin birliğini, bütünlüğünü, bir sınıf gibi hareket etme yeteneğini engellemektir. Buna karşı durma iradesi göstermeyen hiçbir anlayış işçi sınıfından olamaz, işçi sınıfına hizmet edemez.
Sözünü ettiğimiz “izinli ve izinsiz” denklemindeki tartışmalar ve tutumlar mücadelenin ve dayanışmanın olanaksızlaşmasına hizmet etmektedir. Egemen sınıfların çıkarlarını gerçekleştirmek üzere gerçekleşen saldırılar karşısında işçilere kazandırılması gereken mücadele ve dayanışma ruhu, sınıfın parçalanmasına çanak tutmakla olanaksız kılınmaktadır. Bugün geniş işçi yığınları sınıfsal bir varlığın unsurları olduklarının dahi farkında değiller. Grev çağrılarının sessizlikle geçiştirilmesi, yer yer ortaya çıkan lokal direnişlerin önemli derecede destek görmemesi, söz konusu sendikaların başarısına işaret eder. Elbette bu başarı sadece iş birlikçi sendikaların gayretiyle elde edilmedi. Reformist ve düzen partileri de işçi kitlelerinin mücadelesini ve dayanışmasını silikleştiren bir çizgide ilerleyerek bu başarının özneleri oldular.
Geçen Yıl Saraçhane’de Taksim Sesleri
Geçen seneden kalma “1 Mayıs’ta alan tartışması” devam etmekte. Taksim’e yönelen geniş bir kitlenin varlığıyla başlayan “Taksim’de olmak”, “Taksim’i kazanmak” konulu tartışma bir kez daha çeşitli akımların gerçek kimliğini ele veren bir içerik kazanmış durumda. Her zaman olduğu gibi bugün de “devrimci birlik ruhu” bir sınav ile karşı karşıya.
Bugün de önce kitlelerde somutlaşan ya da somutlaşabilir devrimci iradenin tespit edilmesi sorunuyla başlamalıyız tartışmaya. Kitlelere rağmen ya da kitlelerin gerçekleştiremeyeceği bir eylemin devrimci ruhu eksiktir görüşümüze bugün de sadığız. Israrla kitlelerden gelen, kitleleri içine alan, onları eğiten pratiklere imza atmak gerektiğini savunuyoruz. Kuşkusuz, çok ender de olsa tamamen hareketsiz kılınan kitlelerin bilincine doğrudan dokunacak güçlü “öncü vuruşları” gerekebilir. Bununla birlikte kitlelerin hareket halinde olduğu koşullarda perspektifimiz kitlelerle birlikte ne yapılacağını belirlemek olmalıdır. Geçen yıl bu yaklaşımın altını doldurmaya gayret ettik. Bunu sürdürmeliyiz. Kitleler azımsanamaz bir düzeyde hareket halindedir. En son Saraçhane’de yaşananlar kitlelerdeki hareketliliğin devrimci bir arayış içerdiğini göstermiştir. Düzen içiliğe verilen tepki büyüktü, iktidarın gücüne boyun bükenlerle yol yürünemeyeceğine dair bilinç yüksekti. Bununla birlikte kendi bağımsız yolunu belirlemekte ve bu yolda yürümek konusunda kitleler sadece bir arayış içindeydi. Kitlelerdeki bu özellikleri görmek için Saraçhane’yi yeterli görmeyenler üniversite öğrencilerinin boykot kararını, devamında liseli öğrencilerin “öğretmenlerin görevden alınmasına” verdikleri tepkiyi göz önüne alabilirler. CHP hem salt tüketim boykotu tutumuyla hem de dar alan mitingleriyle fark ettiği bu büyük tepkiyi “devletin bekası doğrultusunda” kendi iktidarı için bir manivelaya dönüştürmek yönünde hareket ederek aynı gerçeğe “işaret etmiştir.” Hemen herkesin fark ettiği bu gerçeği görmemek bir inkârcılık olabilir sadece. Devrimci ve demokratik bir hareketin bütün bu olguları gözden kaçırması, ihmal etmesi onun niteliğine dair ciddi bir tartışmayı getirir.
Bugün İstanbul özgülünde yer tartışmaları devam ediyor. Bunun önemsiz bir konu olduğunu, aslolanın işçi sınıfının bu büyük mücadele gününü kutlamak olduğunu söyleyenler her zaman vardı, bugün de. “Meydan fetişizmi” denerek küçümsenen “1 Mayıs meydanı Taksim Meydanıdır” görüşü gerçekte işçi sınıfına ait olanı, kazanılmış olanı istemektir. İşçi sınıfına aittir: Çünkü 1977’den itibaren bu meydanın rengi işçi kırmızısıdır. 1 Mayıs’ta tüm dünya çapında anılacak ne kadar değer varsa bu kırmızılık buluşmuştur. 1 Mayıs yasağı kadar Taksim Meydanı için konan yasak da bu yüksek bilince konan yasaktır. Ne 1 Mayıs yasağına uyduk ne de Taksim Meydanı yasağına uyarız. Bu ikisi arasında bir fark olmadığı öncelikle kabul edilmelidir. Ayrıca bu sene özgülünde geçen seneden bu yana devam eden bir Taksim eğilimi söz konusudur. Bu kitlesel bir eğilimdir. Kitlelerle buluşmuş veya kitlelerde yankısı olan bir hedefi ondan sakınmak halka rağmen devlet anlayışına taviz vermekten öte bir anlamı olabilir mi? Bu genel durumu ortaya koymadan ve tartışmadan ilerlemek mümkün olmayacaktır.
1 Mayıs’ta 1 Mayıs tartışmalarını değerlendirirken bir önceki 1 Mayıs pratiğini ve tartışmalarını hatırlamadan edemeyiz. Çünkü bugünkü tartışmalar geçen senenin devamı niteliğindedir. Saraçhane yerine yüzün daha net biçimde Taksim’e çevrildiği bir toplanma yerinin saptanmasından sonra burada ısrarcı olmak gerektiği düşüncesindeydik. Bu ısrar hem devrimci hareketle, daha da önemlisi işçi sınıfının bağımsız hareketi ile arasına mesafe koyanların 1 Mayıs’ı kendi denetimlerine alma çabasına karşı bir tutumdu hem de yer tartışması ile yaratılan bulanıklığa izin vermemek amacı içeriyordu. Sonuçta ileri kitlenin haklı ve doğru Taksim isteğine uygun davranma ve bu kitleyle hareket etme amacımız da bu yolla gerçekleşecekti. Aynı sonuç başka bir biçimde gerçekleşti. Beşiktaş toplanma kararı alınan kapsamlı önlemler sonucunda olanaksız hale gelince devrimci hareketin ortak tavrı da önemli derecede boşa düşmüş oldu. 1 Mayıs’ı devrimci bir yönelimle kitlelere taşıma anlayışına uygun biçimde son seçenek olarak Saraçhane’de karar kıldık. Son gün alınan bu karar nispeten; ama o gün bakımından kesin olarak doğru bir karardı. Nitekim Saraçhane Taksim iradesinin en somut ve güçlü biçimde sergilendiği alana dönüştürüldü. Bunda bizim payımız kısmîdir. Asıl pay ileri kitlelerdeki istemdir. Bu istemin bugün de devam ettiğinden kuşkusu olanlar kitlelere kulaklarını tıkamış olmalıdırlar. Bizim için ve kitlelerin ileri kesimleri için de Saraçhane’de buluşarak Taksim’e yönelmek, Taksim talebini söz konusu ileri kitleyle ortak biçimde duyurmanın yarattığı gücü bugün de göstermenin yolunu bulmalıyız. Taksim’e yönelim o gün belirleyici öğe olarak vurgulanabildiyse bunun bugün de mümkün olduğunu söylüyoruz. Çünkü geçen seneden bu yana temelde pek bir değişim yaşanmadı. Aksine, yasaklı alan olarak Taksim Meydanı bugün daha güçlü bir irade tarafından sahiplenilmekte, tartışmasız bir hedef olarak gündeme gelmektedir. Bu güçlü bir inisiyatiftir.
Bugün de 1 Mayıs kutlamalarının kitle inisiyatifine dayanan, kitlelerden güç alan bir yaklaşımla ele alınması gerektiğini savunuyoruz. İleri kitlelerle Taksim doğrultusunda buluşmak mümkün. Bunun için daha baştan yüzümüzün Taksim’e dönmüş olması gerekiyor. Bu bakımdan yakın zamanda “güçlü” bir şekilde gündeme getirilen Kadıköy bu gerekliliğe tam bir saldırıdır. Kadıköy için devletten izin alabilme umudunu da içeren bu tutum Taksim inisiyatifine açık bir darbe vurmuştur. Geçen sene bu darbe Saraçhane ile vurulmak istendi. Saraçhanenin konumu buna bir nebze izin verse de parmaklar ve diller yüreğin işaret ettiğine yöneldi, Saraçhane Taksim’e ses oldu. Bu ses bunca baskıya ve zulme artık tahammülü kalmamış geniş bir kitlenin sesidir. Sadece Partizan’dan gelmedi bu ses ya da birilerinin söylemiyle kitleden kopuk, marjinal grupların sesi değildi bu. Sonrasında da yakın zamandaki eylemlerde de genişçe bir kesim Taksim’e işaret etti. Bunun açık bir nedeni var: Çünkü Taksim bir özel mülk olmadığı gibi devletin insanlara dilediğince açıp kapatacağı bir meydan da değildir, orası halka aittir, halkın meydanıdır. Ne yasalar ne tarih ne kitleler söz konusu yasağı haklı çıkartmaktadır. Devlet yasaları da çiğneyerek buraya kapatmaktadır. Hak arayışına giren, özgürlüğü önündeki engellere tahammülü kalmamış herkes bu yalın gerçeğe işaret etmektedir. Eğer bugün “Z Kuşağı” adı verilen ve apolitik olmakla, umursamazlıkla, üşengeçlikle tanımlanan genç kesimin çok güçlü ve ısrarlı bir şekilde hak arayışında olduğunu tespit edebiliyorsak aynı kesimin Taksim için de harekete geçebileceğini ve hatta geçmekte olduğunu görebiliriz. Bugün yüzümüzü Taksim’e dönmekte ısrarlı olmak gerektiğini bu gerçekten hareketle de söylüyoruz. Bu, salt “Taksim Kızıldır, Kızıl Kalacak” ısrarcılığı değildir, kitlelerin ileri kesimlerinin yönelimine uygun olduğu için geçerli ve savunulması gereken görüştür. Taksim’i kazanmak için “kitle inisiyatifini kazanmak” zorunda olduğumuzu bir kez daha ifade etmeliyiz. Meydanın kızıllığını kitle inisiyatifiyle birleştirmedikçe bu yolda olacağımız açıktır. Geçen sene Saraçhane’deyken bu yoldaydık, ondan önce Maltepe’deyken de. Kitlelerin ileri kesimlerinin yanında olup yürümekte ısrar edeceğimiz yol bu yoldur.
Hak Arayışı Bilinç ve İrade Üretiyor
Her şey şunu göstermektedir: Kitleler yoğun bir demokrasi ve ifade özgürlüğü arayışındadır ve devlet de bunun getireceği “ölümcül” sonuçların farkında olarak bunu bastırmanın, buna aman vermemenin peşindedir. Hiç kuşkusuz devlet ile kitleler arasındaki bu çelişkinin baskın yönü henüz devlettir. Çünkü o örgütlü ve çok destekli bir yapıya sahiptir. Kitleler ise belki de hiç olmadığı kadar örgütsüz ve rotasız bir durumda. Bu nedenle konu ettiğimiz çelişki, yoğunlaşmakla birlikte kitleler lehine sonuçlar üretmekten henüz uzaktır. Tavrımızı belirlerken hem güçlü devrimci arayışı dikkate almalıyız hem de çok derin örgütsüzlük sorununu. Devletin yoğun baskısını ve pervasız saldırılarını dikkate almadan hareket etmek kitleleri savunmasız bir maceraya çağırmak anlamına gelir ki buna onların riayet etmesini beklemek hayalcilik ötesidir. Bizim öne süreceğimiz politika kitlelerin arayışına yanıt vermek ve aynı zamanda bu yanıtın gerçekleşebilir bir nitelikte olduğunu göstermek olmalıdır. 1 Mayıs’ta Taksim’de olmak hedefi, yüzünü Taksim’e dönme yaklaşımı belirleyici bir tutumdur. İstanbul’da 1 Mayıs’ı Taksim’de kutlama talebi ileri kitlenin açık ve net talebidir. Neredeyse hiçbir siyasî oluşum da bugüne dek bu açık ve net talebi inkâr edememiştir. Buna sırtını açıkça dönenler olmakla birlikte utangaçça yüz çevirenler de oldu kuşkusuz. Gene de “zorunluluktan” vurgusu ile gerçekleşti bunlar. Neden zorunluluktan söz ediliyor? İzin verilmediği için mi ya da “terörize edilir” korkusundan mı? Farklı tarafların farklı yanıtları var. Hepsinin ortak noktası kabul edilsin ya da edilmesin “kendi denetimlerinde olmayan 1 Mayıs” endişesidir. Çoğunlukla dar grupçu olan bu siyasî yapılar en nihayetinde devletin himayesini kabul etmekle güvenilmezdirler. Bunlarla aramızda kalın bir çizginin var olması açıktır ki olağandır.
Tüm bu dar grupçu ve devlet himayesini kabullenmiş yapılardan farklı bir yolda olmamız gayet normaldir. Bunu değiştirmek gibi bir ihtiyacımız yok ve olmayacaktır. Şimdi görevimiz ileri kitlelerde gelişen ve karşılık bulan Taksim hedefini somutlaştırmak olmalıdır. Taksim yasaklı bir alan olduğuna ve çok kapsamlı önlemlerle kitlelere, halka kapatılacağına göre biz Taksim talebinin doğruluğunu ve sürdürülmesi gerektiğini nasıl savunacağız? Temel soru budur.
Bunun somut koşullarla ilgili olduğu açık. Söz konusu kitlelerin olduğu alanlara, örgütlenmelere, buluşmalara katılmak burada belirleyicidir. Açık ki bunun söz konusu kitle ile tartışılması gerekmektedir. Taksim’in bir ortak talep olduğunun açıkça ortaya konması ve tartışılması birincil koşul olarak gerçekleşmelidir. Ki zaten böyle bir tartışmanın bir ölçüde gerçekleştiği bilinmektedir. Bu tartışmalarda bulunmak ve “Taksim halkındır, yasaklanamaz”, “Taksim’i istiyoruz ve Taksim’e yürüyeceğiz” kararlılığı içinde kitlelerin eğilimini güçlendirme sorumluluğunu taşımak gerekir.
Mahallelerde yapılan 1 Mayıs çalışmalarında Taksim isteğinin güçlü olduğunu, iktidar odağı başta olmak üzere tüm egemen güçlere bu isteğin karşılanmasının bir zorunluluk olduğunu hissettirmek gerektiğini özellikle anlatmalıyız. Kitlelerde birlikte hareket etme koşulunun olmadığı yargısı egemendir. Bilmeliyiz ki son Kadıköy tercihiyle bu yargı güç kazandı. Bu yargıyı kırmanın koşulu birliği, sözünü ettiğimiz siyasî yapıların değil kitlelerin gerçekleştirebileceğini onlara anlatmaktır. Üniversite gençliği ve hatta son dönemde de liseli gençlik birlikte hareket etmenin ne derecede olanaklı olduğunu gösterdiler. Bu birlik ortak taleplerle, ortak sorunlar karşısında gelişen ortak tepkiyle gerçekleşmektedir.
Son dönemde üniversite gençliği gibi siyaset yapma ve hakkını arama bilinciyle hareket eden bir liseli gençlik hareketi gelişmiştir. Bu gençlik kesiminin de 1 Mayıs’ta söz hakkı olduğunu savunmalıyız. Onların taleplerini dile getirmenin sorumluluğuyla işçi sınıfının kapsayıcı ideolojisini ve siyasetini ortaya koymak bugün çok değerli, hatta olmazsa olmaz politika olarak kavranmalıdır.
Proleter İdeolojinin Açtığı Yol Kapsayıcıdır
1 Mayıs’ın tarihçesi işçi sınıfının kurtuluşu yolundaki her adımın tüm insanlığın ortak sorunlarının çözümünü içerdiğini gösterir. Kadınlar da, gençlik de, ezilen milliyetler de işçi sınıfının kurtuluşu yolunda özgürlüklerini kazanacaktır. Bu nedenle “sınıfın kavgasında olmak” insanlığın kavgasında olmakla eş değerdir. Ezilenlerin ortak sorunu egemenlerin halkları hiçe sayan tahakkümüdür. Proleter ideoloji düşman ile halk arasındaki çelişkilerde zora başvurmanın kaçınılmazlığını savunur; bununla birlikte halkın kendi içindeki çelişkilerde ise ikna yönteminin geçerli olduğunu ileri sürer. Halk içindeki çelişkiler somut ilerlemeler eşliğinde çözüme kavuşabilir çelişkilerdir. En nihayetinde özel mülkiyetçilikle toplumsal mülkiyet arasındaki çelişki toplumsal mülkiyetin tüm insanlar için yeterli bir seviyeye gelmesiyle çözüme kavuşabilecektir. Sosyalizm ve komünizm düşmanlarının çoğunlukla ileri sürdükleri bir argüman olarak “yoksulluğun ortaklaşması ya da toplumsallaşması” değildir sosyalizm ve komünizm. Salt bu açıdan bir tanım yapacaksak eğer sosyalizm ya da komünizm tüm bireylerin ihtiyaçlarının karşılanmasına hizmet eder. Bu nedenle komünizm dünyasının girişinde “herkese ihtiyacına göre ve herkesten emeği kadar” yazılacaktır denmiştir. Sosyalizm “herkese emeği kadar” ilkesiyle hareket ederken komünizmde ulaşılacak düzeye doğru ilerlemenin yoluna işaret eder. Özetle ne sosyalizmde ne de komünizmde toplumsal mülkiyeti yoksulluğun toplumsallaşması olarak gerçekleşecektir. Aksine toplumsal mülkiyet bireysel mülkiyete olan ihtiyacı kaldırdığı için gerçekleşebilir bir mülkiyet biçimi olacaktır.
Sadece mülkiyet rejimi açısından bakıldığında dahi halk içindeki çelişkilerin çözüm yolunun ne olduğu görülebilir. Dolayısıyla işçi sınıfında somutlaşan toplumsal mülkiyet anlayışının gene halktan; ama farklı sınıfları kapsayarak gerçekleşeceğini kavramalı ve anlatmalıyız.
Komünistler farklı siyasî hareketleri kitleleri manipüle ettikleri derecede, onların mümkün birliğini ve ortak hareketini parçaladığı oranda hedefe koyarlar. Bugün ortak ve açık Taksim hedefini yadsıyan tüm siyasî hareketler veya kararlar bu bakımdan halkın iradesini bölen durumundadırlar. Biz bu gerçek ve büyüyen iradenin önünü açmaktan yanayız ve sorumluluğumuzu buradan tanımladık. Kitlelerle buluşarak, Taksim’i mümkün her yerde ana gündem haline getirerek bu sorumluluğu yerine getireceğiz. Taksim’e yüzümüzü ne derecede dönebilirsek onu o kadar kazanmış olacağımıza inanıyoruz. Tüm bileşenleri ve kitlelerin ileri kesimlerini bunu başarmaya, bu yolda yürümeye çağırıyoruz…